Dizi Eleştirisi
Heartstopper (3. Sezon): Hiç Olmadığı Kadar Gerçek
Çocukluğu boyunca temsiliyet anlamında ne televizyonda ne de sinemada yeterli kaynaklara ulaşamamış, anca üniversite yıllarında Glee ile karşılaşıp şaşırmış bir neslin üyesi olarak, Heartstopper’a gönülden bağlıyım. Ancak bu dizinin çevremde bazı toksik etkiler yarattığının da farkındayım. Bizler, kendi ilk gençliğimizin yasını tutarak izliyoruz bu yapımı. Koşullar farklı olsaydı, nasıl aşklar yaşayabilirdik diye düşünüyor; daha erken büyüme şansımız olsaydı, şu an ne kadar sağlıklı yetişkinlere dönüşürdük diye hayaller kuruyoruz. İster istemez, kaçırdığımız zamana ve bunun sorumlularına karşı içten içe bir isyan taşıyoruz. Yine de kaybettiklerimize odaklanmaktan doğan o tarifi zor hüzün, kim olduklarını özgürce ve sakınmadan ifade edebilen yeni neslin sağladığı heyecanla bastırılıyor. Dünyanın değişebileceğine dair umudumuzu besleyen bu cesur ve müdanasız varolma hâli, tüm travmalarımızı hafifletiyor ve silip süpürüyor.
Üçüncü sezonda, yaramıza basılan tuzun oranı çok daha fazla. Charlie’nin yeme bozukluğunu fark eden Nick, sevdiği insanın günden güne gözlerinin önünde mutsuzlaşıp erimesine karşı, ona doğru şekilde destek olabilmek için kendini eğitiyor. Nick’in, Charlie’yi anlamak için gösterdiği üstün çaba, sağlıklı bir ilişki ritüelinin neye benzeyebileceğini gözler önüne seriyor. Aslında ne kadar kolay değil mi? Karşımızdakini görmek, anlamak, duymak. 16 yaşındaki bir gencin omuzlarına bu denli büyük bir yük alması, Nick’in her şeyi eforsuzca göstererek yapabilmesi, bu anlayışın gerçek olabileceğine bizi inandırıyor. Heartstopper bu sezon sevginin iyileştirici gücünü pazarlamıyor; onun yerine sevginin insanlara neler yaptırabileceğini gösteriyor. İyileşmek ve iyileştirmek profesyoneller hariç kimsenin işi değil ki zaten. Sevgi ancak bu sürecin bir parçası olabilir.
Nick ertesi arkadaşlarına yeteri kadar vakit ayırmayan Charlie’nin bu süreçte onları da ne kadar sevdiğini, Nick haricinde de var olması gerektiğini hatırlaması gibi müthiş detaylar dört bir yana serpiştirilmiş. Hormonlarına dizgin vuramayan ergenlerin hayatına cinsellik nasıl girecek diye merak ederken, ilk sekslerinden önce yaptıkları sohbetler ve o içsel açlığı çaktırmadan sergileyişlerine hayran kaldım. Genel izleyicinin dizisi olmaya ant içmiş bir yapımın bu konuda da en doğru yolu bulacağına zaten şüphem yoktu. Aseksüellik, aromantiklik ve non-binary kimliklerle birlikte transların varoluşunu da politik bir zemine taşıyan günümüz atmosferini de başarıyla ele almış Heartstopper. Cis gay karakterleri romantize etmekten bitap düştüğümüz sırada, dizinin hiçbir rengi ya da harfi dışarıda bırakmaması çok değerli. Üstelik artık tüm karakterleri tanıttığı için hikâyeyi daha rahat ve doğal bir akışla zenginleştiriyor.
Dizinin en iyi sezonu olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğim üçüncü sezonda, ağlata ağlata karnımı doyururken aynı zamanda tatmin eden başka etkenler de var tabii. Bir kere, bütçenin arttığını kullanılan müziklerden bile anlıyoruz. Sezonun en kıymetli sahnelerinde kulağımıza Billie Eilish ve Troye Sivan çalınıyor. Arka planda, beyaz olmayan ve yetişkin sınıfında bir kuir aşkı da işleyerek eli iyice büyütmüşler bu sezon. Ebeveynlere ve bilhassa Charlie’nin ablasına artık süs muamelesi yapılmaması da kesinlikle artı puan. Karakterlerin hâlâ kendi dünyalarını fethetmeyecek kadar küçük olduklarını hatırlanmış olması da çok yerinde. Ayrıca, eleştirilere kulak vererek çocukların saçma bir şekilde Instagram üzerinden iletişim kurmalarına son vermeleri de hoşuma gitti. Olivia Colman’ın takvimi uymayınca Hayley Atwell’i teyze olarak transfer eden, bununla yetinmeyip dizinin seyircisi olan herkesin ıslak rüyalarının baş misafiri Jonathan Bailey’e de tatlı bir rol verilmesi enfes. Tek şikayetim pek heteronormatif prezervatif kullanımı sohbeti. Henüz hiç ilişki yaşamamış, tek eşli iki gencin korunmasının ehemmiyetini bu kadar vurgulamalarına gerek var mıydı, emin olamadım.