Eleştiri

Lee: Son Model Oscar Yemi

Yayınlandı

on

LEE | Yönetmen: Ellen Kuras | Oyuncular: Kate Winslet, Marion Cotillard, Andrea Riseborough, Andy Samberg, Noémie Merlant, Josh O’Connor, Alexander Skarsgård | Senaryo: Liz Hannah, John Collee, Marion Hume (uyarlama), Antony Penrose (biyografi) | Birleşik Krallık, ABD, Avustralya, Singapur, Macaristan | 117′ | Biyografi, Drama, Tarih, Savaş

Multi milyoner oyuncuların, hele ki popüler kültüre de yön vermiş büyük isimlerse, altın heykelciği kazanma uğruna neleri göze alabileceğini izlemekten büyük keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Kötü bir senaryoya rağmen kabul edilen zayıf biyografiler ve ardından gelen, eserin başkahramanını dünyanın en önemli şahsıymış gibi sunan tanıtım turları, suçluluk duygusu barındırmayan bir hobim. Bradley Cooper’ın Maestro’sundan bu yana Oscar Boy sayfalarında bu “Oscar yemi” türüne yer vermediğimden, Kate Winslet’in başrolünde yer aldığı Lee‘yi izlediğim gibi oturdum klavyemin başına. Ellen Kuras’ın yönettiği film, kariyerine model olarak başlayan, ardından savaş muhabirliğine geçiş yaparak savaşın dehşetini etkileyici karelerle belgeleyen Amerikan fotoğrafçı Lee Miller’ın hayatını anlatıyor. Size bir kolaylık sağlayıp, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen bu hikâyenin tonunu daha iyi anlayabilmeniz adına uyarlama ekibini de sıralayacağım: The Post‘un senaristi Liz Hannah, Master and Commander ve Happy Feet gibi filmleri aynı kariyere sığdıran John Collee ve eski Vogue Avustralya editörü Marion Hume.

Lee Miller’ın geçmişine fazla ilgi duymayan senaryo, daha çok filmin yapımcıları arasında da yer alan Kate Winslet’e geniş bir performans alanı yaratmaya odaklanmış. İki farklı zaman diliminde geçen hikâyenin bir kısmında, Josh O’Connor’ın canlandırdığı genç bir yazar olan oğlunu hayatını anlatmasını izliyoruz Lee’nin. Diğer kısmı ise savaşın eşiğindeki dünyadan sesleniyor. Film, Lee’nin Fransa’nın güneyinde, sürrealist sanatçı Roland Penrose (Alexander Skarsgård) ile ünlü arkadaşlarıyla tatil yaptığı sırada tanışmasıyla başlıyor ve hemen ardından savaşın kaçınılmaz borazanları çalmaya başlıyor. Londra’nın saldırı altında olduğu dönemde, Vogue’un o zamanki editörü ve aynı zamanda Lee’nin yakın dostu Audrey Withers’ın (Andrea Riseborough) teşvikiyle Lee Miller eline fotoğraf makinesini alıyor. Ve film bir kadının gözünden savaşın kimliksizleştirici ve acımasız yüzüne odaklanmaya başlıyor.

Lee’nin en büyük sıkıntılarından biri, ana karakterin bugünün politik perspektifiyle konuşturulması. Lee Miller, elbette kadınların giremediği her alana girmeyi hedefleyen, Amerikan askerleriyle cepheye gitmekten korkmayan cesur bir kadın. Ancak film, Miller’ı yaşadıklarından bağımsız bir şekilde modern bir feminist ikon olarak sunmaya fazla odaklanıyor. Onun çektiği unutulmaz kareleri yeniden yaratmak yerine, sadece arka plan estetiği olarak kullanmayı tercih eden kreatif tercihler dikkat çekici. Ancak filmin, o döneme ait olmayan bir farkındalığa fazlaca oynadığı da aşikar. Miller’ın kadınların hedef olduğu bazı olaylardaki öfkesini hissetsek de, çoğu sahnede bu öfke derinleşmiyor. Film, yüzeysel bir feminizme yaslanmaktan öteye gidemiyor. Özellikle finale doğru, Lee Miller’ın Hitler’in özel dairesindeki küvette verdiği ikonik poz bile tam anlamıyla yerine oturmamış. O anı kendi iradesiyle yaşadığını hissetmiyoruz; film, sanki onu o pozisyona başka biri zorla itmiş gibi bir tutarsızlık yaratıyor.

Kate Winslet, Lee Miller’ın olağanüstü hayatını oldukça sıradan bir biçimde ele alan bu filmi adeta tek başına sırtlıyor. Performansıyla filmin kusurlarını büyük ölçüde gizlerken, ünlü isimlerden oluşan yardımcı oyuncu kadrosu da ona, başarıya ulaşması zor görünen Oscar avında eşlik ediyor. Özellikle Andy Samberg’i dramatik bir rolde izlemek ve Winslet’in Marion Cotillard ile savaş sonrası karşı karşıya geldiği duygusal yüzleşme sahnesindeki güçlü performanslar gerçekten etkileyici. Ancak ne yazık ki, Lee Miller’ın Holokost’un dehşetini ve Nazi rejiminin yarattığı izleri olağanüstü karelerle ölümsüzleştiren yaklaşımına yaraşır bir anlatı sunmayı başaramıyor film. Alexandre Desplat’nın müzikleri ve perdeden fışkıran ödül arzusuyla sınırlarını zorlayan bir yapım olsa da, sonuç olarak ancak bu kadarını verebiliyor.

Yorum yazın...Cevabı iptal et

Exit mobile version