Dizi Eleştirisi
The Penguin (Mini Dizi): Prostetiğe Karşı Koyan Anti-Kahraman
Reeves’in öncül filminde, çizgi romanlarda Oswald Cobblepot olarak bilinen karakterin adı Oz Cobb’a çevrilmiş ve böylece o karikatürize hâli yıkılarak yeni Batman evreninin amaçladığı “gerçek” hissiyat, Penguin üzerinden bu şekilde yakalanmıştı. Dizi de bu anti-kahramanı, hikâyenin kaldığı yerden takip etmeye başlıyor. Riddler’ın altüst ettiği Gotham, yeni baronlar, liderler ve mafya babaları ararken Oz, bu krizi fırsata çevirmek üzere kendi planını devreye sokuyor. Patronu ve Falcone ailesinin lideri Carmine’ın ölümünden sonra çıkan güç boşluğunda Oz, uyuşturucu ticaretine el atarak kendi payına düşeni almaya çalışıyor. Ancak bu yolda, Falcone ailesinin kalıntılarıyla uğraşmak zorunda kalıyor. Dizinin temel çatışması da tam bu noktada kuruluyor: Merdivenleri hızla tırmanmak isteyen Oz’a karşı, onun bu dünyada daha fazla yükselmesini istemeyen, kendince geçerli sebepleri olan Sofia.
The Batman’den farklı olarak, The Penguin çok daha yüksek tempolu bir iş. Ana karakter Oz, ölümle arasındaki kol mesafesini sürekli koruyor. Üstelik dizi, hikâyede bir zaman boşluğunu doldurmadığı için Oz’un sonrasında ne olacağını ya da bir kıyıma gidip gitmeyeceğini kestiremiyoruz. Dizinin yaratıcısı Lauren LeFranc (Agents of S.H.I.E.L.D. ve Chuckgibi yapımlarda da çalışmış.) iyi çekilmiş aksiyon sahnelerine ilaveten bu çekilmez ve sevmesi imkânsız caninin hayatını seyircinin gözünde bir şekilde değerli kılmayı başarmış. Tabii ki karakterin geçmişine dair öğrendiğimiz detaylar bunda büyük rol oynuyor. Ömrü boyunca alaya alınmış, küçümsenmiş bir adam Oz. Annesine duyduğu büyük sevgi sorgulanabilir olsa da, kardeşlerinin hayatına mal olduğu için kendini layık gördüğü karşılığı hiçbir zaman görmemiş. Onun gözü kara bir katil mi yoksa yanlışlıkla eline gerçek tabanca verilmiş bir çocuk mu olduğunu ayırt etmek güç. Para ve güce duyduğu açlık, aslında çocukken işlediği günahları örtbas edecek, göz boyayacak oyalayıcı şeylere duyduğu ihtiyaçtan ibaret.
LeFranc’ın dizisinin bir kötü karakter orijin hikâyesini diğerlerinden ayırabilmesinde, klasik gangster filmi formüllerini uygulamasının payı büyük elbette. Oz’un çırağı Vic, baş düşmanı Sofia, hiyerarşinin ayak kaydırmak için beklenen zenginleri ve düzene karşı yükselip üstlerindekileri yok etmeye ant içmiş küçük adamlarıyla Gotham’ın toplumsal çöküş hikâyesi, sevdiğimiz kült yapımları anımsatıyor. Matt Reeves’in kurduğu görsel dünyayı Batman’siz de olsa korumaya özen gösteren dizi, Penguin’in insani varyasyonuyla The Sopranos’u andıran, psikolojik bir aile haritasını arka plana yerleştirerek Gotham’ı adeta yakıp yıkıyor. Hatta bu kısımda elinin epey güçlendiğini söylemek mümkün. Colin Farrell’in performans olarak dengini bulduğu isimse, annesi rolündeki Deirdre O’Connell. O’Connell, çizgi roman uyarlamalarında sıkça görülen mekanik geçmiş kurgusunu aşarak karakterine derinlik kazandırıyor ve esas anlatıya katkı sağlıyor. Öyle ki, serseri mayın gibi gezen Sofia’nın içindeki dolmayan boşluğu ve Golden Retriever yavrusu kıvamındaki Vic’in tekdüze saflığını bile gölgede bırakmayı başarıyor.
En yaratıcı olmasa da ilgi çekici bir dünya inşa eden The Penguin, mevcut bir evrende kendine parantez açabilmeyi başardığı için bile övgüyü hak ediyor. Ancak, en başta da belirttiğim gibi, dizinin esas olayı böylesine ağır bir makyaj altında bir oyuncunun neler yapabileceğini cümle âleme ispat etmesi. Colin Farrell, belirgin bir New York aksanını karakterine yerleştirerek, Oz’un topallamasını fiziksel performansı için avantaja çevirerek, izlerle dolu o koca yüzünden bir şekilde mimik çıkararak tüm o çirkinliği içselleştirmiş dört dörtlük bir performans sunuyor. Üstelik, kadim dostu Martin McDonagh’ın filmlerindeki performanslarında olduğu gibi, mizahı ve dramı da harmanlayarak.