Eleştiri
Blitz: Biçimci Bir Ağıt
12 Years a Slave’de bile görmediğimiz bir epik sinema disiplini barındırıyor Blitz. BBC Radyo’nun kadın işçilerle yaptığı yayının kalabalığından, fabrikasından yola çıkan trenin tepesine tırmanarak rüzgâra kollarını açan çocuklarına; başkent saldırılar altındayken yer altındaki istasyonlara sığınan sivillerden, 1930’lardaki bir gece kulübünün atmosferine kadar McQueen, ölçeğini mümkün olan en geniş şekilde tutmuş. Bu kadar iddialı bir görsellik ve sahne düzeni içinde hikâyeyi daha basit formüllerle anlatmayı tercih etmesi bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak bu tercihin doğurduğu tezat bir hayli derin. McQueen, görkemli setler ve kostümlerle tam anlamıyla kusursuz bir dönem filmi yaratırken, öyküsünü bağladığı noktaları fazlasıyla gevşek bırakmış. Üstelik senaryo, Small Axe’den miras bir epizodik düzen taşıyor. Yapısı kesintili ve parçaların bazıları işlerken, bazıları ise gözle görülür şekilde sırıtıyor.
Blitz’in gücünü en çok hissettirdiği yerler, elbette Steve McQueen’in uzmanlık alanı olan Siyah Britanya tarihine dokunan sahneler. Örneğin, Benjamin Clementine’ın huzur veren performansıyla George’a sahip çıktığı, küçük kahramanımızın kendini “siyah” olarak görmediği hâlde dünyanın onu acımasızca bir yere konumlandırdığını fark ettiği bölümde duygusal bütünlüğü başarıyla yakalıyor. Ancak hemen ardından George’un kötü niyetli insanların eline düştüğü sahnelerde film, aynı vizyondan çıktığına inanmakta zorlanacağımız kadar bayağı bir tona bürünüyor. Genç oyuncu Elliott Heffernan, Blitz’in en büyük kazancı, McQueen’in de en büyük şansı denilebilir. Karakterini umursamamızı sağlayan şeyin hikâyenin kendisi değil, kesinlikle Heffernan’ın etkileyici performansı. Bu iniş çıkışlarla dolu yolculukta da seyirciyi, boyundan büyük bir oyunculukla içeride tutmayı başarıyor.
Savaşın yarattığı yıkımın etkisi altındaki bir aileyi piyano başında şarkılar söylerken izlediğimiz her büyülü sinematik ana karşılık, Harris Dickinson’a teslim edilen karakter gibi neden var olduğunu anlamadığımız öğeler mevcut Blitz’de. Elliott Heffernan’ın küçük omuzlarına yüklenen sorumluluğu hafifletmek adına Saoirse Ronan’ın anne rolünde bir rehber olarak kullanma çabası da bana kalırsa yetersiz kalmış. Ronan’ın eline etli bir materyal hiç geçmiyor film boyunca. Zaten McQueen’in derdi hikâyenin duygusal katmanları değil, düpedüz görsel unsurları. Amacı nefes alan dev şehir Londra’ya, bugün sürekli yenilenen ve plansızca değişen hâline bakarak ağıt yakmak. Şehir değişse de, McQueen’in gözünde, neticede hikâyeler kalıcı.
Oscar ödüllü McQueen’in 2020’de Small Axe antolojisiyle başlayan, New Cross yangını trajedisini ele alan Uprising belgesel serisi ve Greenfell Tower faciasının kalıntılarına gençlerin gözünden bakan Year 3 projesiyle devam eden Londra tarihine dair çalışmalarının yeni bir halkası olarak özetlenebilir Blitz. Ancak bu kez bir belgesel değil ve ne yazık ki Small Axe’in sahip olduğu hassasiyetlerden yoksun; hatta yer yer sığ. Daha çok, büyük ölçekli bir “canlandırma” hissi uyandırıyor. Hans Zimmer’ın bestelediği müzikler, Jacqueline Durran’in tasarladığı kostümler, Celeste’in ansızın belirdiği sahnelerle bezeli, Londra’ya duyduğu sevdanın aşk mektubu formu. Belki Kenneth Branagh’ın Belfast’ı kadar apolitik ve omurgasız değil, ama onun kadar biçimci ve sıradan.