Eleştiri
Son Ana Kadar – We Live in Time: Amaçsız Yolcular
On yıllık bir zaman aralığını kapsayan hikâyesiyle We Live in Time, iki ana karakterini tüm detaylarıyla tanıtmak için büyük bir çaba harcıyor. Hatta seyircinin kendini özdeşleştirebileceği karakter olarak Tobias’ı seçiyor. Öyke ki Almut’un sürprizlerle dolu geçmişini de Tobias ile aynı anda öğreniyoruz. Ancak, kurgusunda olay sırasını anlamsızca karıştırmayı tercih etmesi, filmin çabalarını kafa karıştırıcı bir hâle getirmiş. Bu karışıklık, hikâyenin anlaşılmasını zorlaştırmaktan ziyade, çiftin arasındaki gerilime odaklanmamızı engelliyor; asıl sorun bu. Daha en baştan, birbirlerinin hayatlarında ne kadar önemli bir yer tutacaklarını açık ettiğinde, çocuk sahibi olma tartışmalarının ilişkiyi sarsıcı etkisi kayboluyor. Aynı şekilde, Almut’un kendi bildiğini okuyacağının kesinliğini de hissettirince, seçimlerinden doğan sözde muamma da anlamını yitiriyor.
Asıl şikayetim, hiç beklemezdim ama, Andrew Garfield ve Florence Pugh’la ilgili. Garfield, 2019 yılında pankreas kanserine yenik düşen annesini kaybetti ve yas sürecini kamusallaştırdı. Konuk olduğu programlarda annesi hakkında konuşmaktan çekinmediği gibi, ona duyduğu özlemin ve hissettiği acının sevgiden, bu sevginin yarım kalmış ifadesinden kaynaklandığını da sıkça dile getiriyor. O yüzden We Live in Time‘da yer almayı seçmesinde bu kişisel deneyimin büyük bir rol oynadığına şüphe yok. Ancak, bu kişisellik Garfield’ın performansına aşırı bir duygusal yoğunluk katmış. Gözünden yaş eksik olmadığı gibi, omuzlarında sürekli bir ağırlık var sanki. Matemini bir oyuncu olarak sahnede, izleyicilerin gözü önünde yaşayan Garfield, karakterini sürekli aynı düzeyde bir kırılganlıkla canlandırınca ortaya inandırıcılıktan uzak bir portre çıkmış. Hani sürekli isyan eden birinin dertlerine bir süre sonra sağır olursunuz ya, burada da Garfield’ın hüznüne karşı bağışıklık kazanıyoruz.
Aşkın esas olarak otuzlu yaşlarda bulunabileceğini savunsa ya da tüm bu kaosun içinde evrendeki yerimize dair daha bilgece bir şeyler söylemeyi başarsa, benzin istasyonundaki doğurma sahnesini bile affedebilirdim. Ancak, görünen o ki filmi kurtarmaya Florence Pugh bile niyetlenmemiş. Herkes Garfield ile aralarındaki kimyayı övse de, ikilinin performanslarının farklı frekanslarda olduğunu düşünüyorum. Sanki bambaşka filmlerde oynuyorlarmış gibi. Ölmek üzere olan bir karakteri umursamamızı bile sağlayamamışlar, Almut’un başarılı olma ihtimaline dahi tutunamıyoruz, düşünün. Öyküsünü yerelleştirme konusundaki başarısızlığıyla da dünyaya sayısız iyi melodram ve romantik film kazandırmış Birleşik Krallık’ın yüzünü kara çıkarmışlar. Film bittiğinde, ne anlatmaya çalıştığı üzerine kafa yormamanızı tavsiye ederim. We Live in Time, amaçsız bir yolcu. Hayatın, zamanın ve sevginin kıymetini de elindeki güçlü kaynaklara rağmen anlatamayacak kadar donanımsız.