Eleştiri
Maria: Callas’ın Sonu, Jolie’nin Dönüşü
Kompleks kadın karakterlerini adeta bir ruh hastalığı enstitüsünde incelenmesi gereken vakalarmış gibi ele aldığı için Pablo Larraín’in biyografi türündeki filmlerine hep mesafeli yaklaştım. Maria ile üslubunu tamamen değiştirdiğini söylemek zor; ancak bu kez yeni bir şey deniyor. Callas’ın “gözden düştüğü” dönemin koşullarına odaklanarak geçmişiyle bugünü arasındaki tezatlardan bir anlatı inşa ediyor. Filmin belki sağlam diyaloglarla bezeli, güçlü bir senaryosu yok; ancak Callas’ın son yıllarında gördüğü halüsinasyonların da etkisiyle bu kez sadece gözlemlemekle kalmıyor, izleyiciye onu gerçekten anlama fırsatı tanıyor. Talihsizlikler ve hastalıklar yüzünden kendi belirlediği yüksek standartları karşılayamaz hâle geldiğinde toplum tarafından dışlanan bir yıldızın, dünyayla yeniden bağ kurma çabasına da tanıklık ediyoruz. Larraín, tıpkı Spencer ve Jackie’de olduğu gibi, gerçek olamayacak kadar mükemmel bir figürün savunmasızlığını mercek altına alıyor. Ancak bu kez, önceki filmlerindeki klinik sterillikten uzaklaşıp daha zarif ve iç burkan bir kırılganlık sunuyor.
Angelina Jolie’nin, tek bir notayı bile ıskalamayan büyük performansı Maria’nın bel kemiğini oluşturuyor. Callas’ın kayıtlarıyla kendi sesini birleştirdiği sahnelerde, film tanıtımı sürecinde de vurguladığı gibi, “şarkı söylemeyeceği” söylenen bir kadın olarak âdeta görünmez bir duvarı aşıyor. Callas’la bambaşka bir yerden kurduğu kader ortaklığı, onun büyük salonlarda bülbül gibi şakıdığı anlarda daha da belirgin hâle geliyor. Eski eşi tarafından maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel şiddetin yanı sıra Filistin meselesinde de sesini yükselten, muhtemelen Hollywood’un en erdemli yıldızlarından biri olarak sayabileceğimiz Jolie’nin Callas’ı canlandırmasının bir tesadüf olmadığı açık. Bu metatekstüel boyut, performansını daha da katmanlı ve etkileyici kılıyor. Jolie, Callas’ı oynamaktan ziyade onunla bütünleşiyor. Üstelik bir taklit çabasına da girmiyor; aksine, Callas’ın kendi bedenini bir tuval gibi kullanmasına izin veriyor. Bir ikon, başka bir ikona ses oluyor—hem de her anlamda.
Film, yalnızca Angelina Jolie’nin performansına yaslanmıyor; onun olmadığı anlarda da başardığı şeyler var. Callas’ın kariyerindeki unutulmaz anları yeniden canlandırarak, bir belgesel ya da merkezindeki röportajın filmleştirilmiş bir versiyonunu izliyormuşuz hissini yaratma çabası kesinlikle karşılık buluyor. Ayrıca, Callas’ın yanında çalışan ve ona eşlik eden karakterlerin de seyirci için birer şefkat kaynağı olarak konumlandırıldığını düşünüyorum; bu sayede izleyici, Callas’ı onların merceğinden görme imkânına erişiyor. Ancak, Bilginer’in de dahil olduğu sahnelerde, Callas’ın gönül ilişkileri ve şöhretine gölge düşüren meseleler epey yüzeysel. Üstelik yalnızca anlatının akışı değil, bu bölümlerde kullanılan dil de genel bütünle tam olarak uyum sağlayamıyor.
Tüm aksaklıklarına rağmen Maria, sinematik açıdan başarılı bir film. Bunu ister Angelina Jolie’nin performansını içselleştirmesine, ister operanın özündeki trajedi ve ölüm temalarının bu hikâyede doğal bir yer bulmasına bağlayın. Tekrar hayata dönmek için mücadele eden, alkışların sahiplerine kavuşmayı arzulayan bir kadının öyküsü olarak, psikolojik derinliği ve zaman zaman camp sınırlarına yaklaşan ayrıntılarıyla, yalnızca kostümlerine yaslanan başarısız bir Oscar denemesinin ötesine geçiyor. Yine de Maria’nın geçmişindeki virgüllere daha fazla yer ayırsaydı ya da Larraín, bu kadınlara bakarken ısrarla koruduğu üstenci lensini temizleseydi, ortaya nasıl bir başyapıt çıkardı merak etmeden duramıyorum. Ve tabii ki Angelina Jolie’nin Oscar beşlisine alınmamasını asla kabullenemiyorum.