Eleştiri
Aydınlık Hayallerimiz – All We Imagine as Light: Karanlık Gerçeklerimiz
ALL WE IMAGINE AS LIGHT (Aydınlık Hayallerimiz) | Yönetmen & Senaryo: Payal Kapadia | Oyuncular: Kani Kusruti, Divya Prabha, Chhaya Kadam, Hridhu Haroon, Azees Nedumangad, Tintumol Joseph | Fransa, Hindistan, Hollanda, Lüksemburg, İtalya, İsviçre, ABD, Belçika | 118′ | Drama, Romantik
Payal Kapadia’nın All We Imagine as Light adlı şaheseri, Cannes‘da Jüri Büyük Ödülü’nü kazanalı dokuz ay, Sight & Sound tarafından yılın en iyi filmi seçileli üç ay ve Türkiye’de Aydınlık Hayallerimiz adıyla gösterime gireli bir ay oldu. Biliyorum geç kaldım, ama senenin beni en çok hırpalayan yapımını konuşmadan edemezdim. Kapadia, modern Hindistan’ın sorunlarını, Mumbai’de hemşire olarak çalışan üç kadının gündelik yaşamlarını gözlemleyerek, sert bir öfke tasvirine başvurmadan ve büyük bir duyarlılıkla anlatıyor. Prabha (Kani Kusruti), görücü usulü evlendiği kocası Almanya’ya iş için gittikten sonra bir yıldır ondan haber alamayan bir kadın. Mizacı sert, toplumsal rollerle çatışsa da yaşından sebep buna açıkça başkaldırı göstermeyecek biri. Öyle ki, ulaşamadığı eşinin yokluğunda bir şekilde yakınlaştığı doktorun bile sınırlarını aşmasına fazla izin vermiyor. Onun aksine, ev arkadaşı Anu (Divya Prabha) Müslüman sevgilisiyle, çevresindeki muhafazakâr bakış açısına rağmen dilediği gibi yaşamaya çalışan, hastaneye gelen hamile kadınlara korunma yöntemi olarak vazektomiyi öneren daha çağdaş bir yüz. Üçüncü karakterimiz Parvaty (Chhaya Kadam) ise hikâyenin biraz daha dışına düşen bir figür. Yaşadığı bölgenin dönüşümü nedeniyle evi yıkılırsa gidecek hiçbir yeri olmayan, kozmopolit hayatın barınma sorunları altında sıkışmış biri olarak hikâyeye farklı bir katman ekliyor.
“Selüloit hatıra defteri” tanımını sık sık kullandığımın farkındayım, ancak All We Imagine as Light için bundan daha uygun bir ifade bulmakta zorlanıyorum. Payal Kapadia, dünün etkisinden bir türlü kurtulamamış bugünün hikâyesini anlatırken filmine müthiş bir zamansızlık hissi giydiriyor. Kent yaşamına dair kaygılar, bir yandan çağdaş dünyanın ürünü gibi görünse de çözüm yollarının asırlardır değişmediği, tarihin biçim değiştirerek ama aynı iskeletle kendini durmaksızın tekrar ettiği gerçeği filmin belli bir zaman dilimine hapsolmasına engel oluyor. Bu zamansızlıkla birlikte, tam da olması gerektiği zamanda seyirci karşısına çıktığını söylemek de mümkün. Soylulaştırma ile dokusu giderek bozulan Mumbai’nin yeni yapılarını reklam panolarında izlerken, karakterlerimiz de bu dönüşüme taş atarak tepki gösteriyor. Daha önce yerlerinden edilmiş ataları gibi, onlar da şekil değiştirmiş başka istilacılara ellerindeki sınırlı imkânlarla direnmeye çalışıyor.
Filmin, Hindistan özelinde çeşitli tartışmaları körüklediği malum. Hatta ülkenin Oscar adayı olarak seçilmemesi de epey gündem oldu. Ancak bu karar, Müslümanlara yönelik nefreti körükleyerek ve kafatasçılığı üzerinden yeniden seçilmek isteyen sağ partinin öfkesinden başka bir şey değil. All We Imagine as Light’ın seyirciyi en çok çeken karakteri olarak anılabilecek Anu ve Müslüman sevgilisi arasındaki iletişim ve inanç farklılıklarının yarattığı uçurumlara gizliden gizliye meydan okuma biçimleri, kutuplaştırma politikalarıyla bölünmek istenen bir coğrafyanın derin uykusunu sarsabilecek nitelikte. Naif aşklarının, filmin her türden ışıkla yaptığı renk oyunları içindeki güçlü varlığı, özellikle de Parvaty’nin doğduğu köye gittiklerinde paylaştıkları o özel anın kameraya alınış biçimi, All We Imagine as Light’ın gücünü perçinleyen unsurlardan sadece biri.
Kapadia, şehre mecbur kalmış ya da şehirde doğmuş kadınların öyküsünü anlatırken, aynı şehrin onları nasıl dışarıya attığını yalın ama çarpıcı bir dille gösteriyor. Üstelik bunu keskin bir acı vurgusu yapmadan, doğal akışında hissettiriyor ve bu sayede filmin mesajı etkisini asla kaybetmiyor. Beni kişisel olarak en çok yakalayan nokta da bu oldu. Ekonomik koşulların giderek ağırlaştığı, İstanbul’a fazlasıyla benzeyen Mumbai’yi bu perspektiften izlemek içimde başka bir yere dokundu. Bizi gitgide mutsuz ve aksi insanlara dönüştüren, fakirleştiren, güven duygusunu tamamen unutturan bu hoşgörüsüzlük labirentinde, kellemiz alınmasın diye kaçıp durduğumuzu hatırlamaya belki ihtiyacım yoktu. Ama Kapadia’nın bunu bu biçimde ifade edişi, yaraladığı kalbimde taht kurdu.
All We Imagine as Light, metropolü terk edip kırsala yöneldikten sonra görüntü ve ses arasında da eşsiz bir bağ kurarak kendi sinema dilini iyice netleştiriyor. Payal Kapadia’nın ne denli yetkin bir hikâye anlatıcısı olduğunu burada daha da iyi anlıyoruz. Mavisinden alına, zengin bir renk spektrumunda şekillenen görüntüler, kimi zaman sözlerden bile daha etkili hâle geliyor. Ve nihayetinde, karakterlerin Mumbai’den kaçtıklarını hiç düşünmedim doğrusu. Bu, bir masalın içinde, şehrin gürültüsünden uzakta gerçekleşen bir uyanıştı sadece. Hayatında neyin ters gittiğini anlaması gereken Prabha’nın, sevdiğine bir kez olsun sıkı sıkıya sarılmaya hasret Anu’nun, var olmak için direttiği yerin ona yalnızca huzursuzluk verdiğini unutmuş Parvaty’nin uyanışı… Şehrin yuttuğu nice insana da rengârenk bir uyarı alarmı belki de.